Koronavirüs pandemisi, bütün insanlığın başına gerçekten büyük bir belâ oldu. İnsanları öyle bir duruma soktu ki, artık kucaklaşma, el sıkışma, aynı masada yanyana oturmak bile tehlikeli gibi algılanıyor. Düğün etkinlikleri, ölüler için taziyeler düzenlenmesi, asker uğurlamaları hep tehlikeli işler cümlesinden. Hatta seyahat etmek bile.
Pandemiye karşı maske, mesafe ve hijyen kurallarına kesinlikle uyulması istenirken, peki, bütün bunları yaparsak gerçekten de koronavirüs pandemisinden kurtulmak için yüzde yüz bir şansımız var mı!
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği 5 madde vardır. İslami lügatta bunlara “Muğayyabat-ı hamse” denilir ki bunlar:
*Kıyametin ne zaman kopacağı,
*Yağmurun ne zaman, nereye ve ne kadar yağacağı,
*Ana rahmine düşen ceninin cinsiyetinin, renginin, iyi veya kötü, mümin veya kafir olması hususu ve de doğumundan ölümüne kadar neler yapacağı,
*Hiç kimse günlük kazancının tam olarak ne olacağını ve ertesi gün ne gibi bir olayla karşılaşacağını bilemez.
*Hiç bir kimse nerede ve nasıl öleceğini bilemez.
Özellikle ölümle ilgili bu son maddeyi konumuz gereği açmağa çalışalım. Demek oluyor ki, bir insanın ne zaman öleceği ile ilgili tarih kesindir. Yani, değiştirilmesi imkânsızdır. Bu bakımdan, biz ne kadar tedbirli davranırsak davranalım, ölüm saatimiz gelmişse ne bir nefes fazla, ne bir nefes eksik alamayız. Bu bakımdan ölümü bir nefes olarak (Alırsın, vermezsin, verirsin almazsın) diye tarif etmişlerdir.
Her ne tedbir alınırsa alınsın, kişinin öleceği anın değişmeyeceğine dair anlatılan bir kıssa vardır. Gelin bu kıssayı okuyalım ve sonra karar verelim:
Hz. Süleyman’ın peygamberliği zamanında her kuşluk vakti adalet divanı toplanır ve böylece halkın maruzatı dinlenerek hükme bağlanırdı. Yine bir kuşluk vakti, divan zamanı saf bir adam hışımla Süleyman’ın sarayına dalarak:
-Yetiş ey Süleyman, bir maruzatım var diyerek sözü en can alıcı yerinden yakalar.
Hz. Süleyman:
-Buyur efendi, bu kapı Hakk’ın kapısıdır ve bütün kullara açıktır. İndimizdeki hazineler Hakk’ın kulları için saklanmıştır diye cevap verir.
Bunun üzerine adamcağız, maruzatını dile getirerek:
-Ey Süleyman, yetiş, bu sabah Azrâili gördüm ki bakışı bakış değil. Herhalde canımı almaya kastetti, sen bir himmet et de şu kulunu düştüğü beladan, Azrail’in pençesinden kurtar diye yalvarır.
Hz. Süleyman, kaza oku kader yayından çıktıktan sonra, kazaya rızadan başka bir yolun olmadığını bilmekle beraber bu saf adamın haline acıyarak sorar:
-Peki efendi, ne istersin? Derdini dinledik, maruzatını öğrendik. Sultanın dergâhına gelirken gönlünden geçen talep neydi? Sen onu söyle.
Adamcağız:
-Sultanım, Sen ki Hakk’ın ve halkın dostusun, bütün mahlûkatın dilinden anlarsın. Kelimsin, kuşlar seni kendilerinden ayırt etmez, gelir konuşur, halleşirler. Âlimsin, şu tabiat kitabını kelime kelime okursun. Ateş, su ve toprak senin hizmetinde; rüzgârlar senin emrine âmâdedir. N’olur şu kuluna acı da rüzgârına emrediver, beni buradan alsın uzaklara, tâ Hindistan’a götürsün. Umulur ki duan ve himmetin bereketiyle şu fakir kulun, bu belâdan kurtulsun der.
Hz. Süleyman, adamcağızın mazuratını dinledikten sonr, talebi üzerine rüzgâra emrederek adamı Ken’an illerinden, Hindistan’a gönderir. Kazaya rızadan başka hal çaresi yoktu lakin herkese nasihat etmek olmazdı. Yakut bir gerdanlık, nasıl nâzenin bir tazenin göğsüne layık ise nasihat ve hikmetli sözler de Allah aşkıyla zinde olan gönüller içindi.
Ertesi gün, yine kuşluk vakti Divan meclisi kurulduğunda Hz. Süleyman, orada hazır bulunan Azrâil’i çağırarak:
-Ey Allah’ın emir eri Azrâil, dün sabah vakti, o adama niçin hışımla baktın? Söyle bakalım, o masum insanı niçin kedere saldın? diye sorar.
Azrâil huzûr-ı saltanatta el pençe divan durmuş, pür dikkat Sultan Süleyman’ı dinliyordu. Cevap vakti gelince:
-Efendim, sultanım, devletlim, zât-ı penâh-ı hümayuna yüz sürerim.” diyerek güzel bir girizgâh yaptı. Zira sultanların önünde özü doğru, sözü güzel olmak lazımdı. Ben o adama gerçekten bir hışımla bakmadım. Hayret ve şaşkınlık içindeydim. Cenâb-ı Allah bana ‘Git, bu akşam Hindistan’da filanca kulumun canını al.’ diye emir buyurmuştu. Ben de bu adamı görünce düşündüm ve dedim ki kendi kendime, ‘Şimdi bu adamın bir değil, yüz bin kanadı olsa akşama kadar Hindistan’a varamaz. Lakin Allah’ın işine de akıl sır ermez, kudretinin sonu yoktur. Dilediğini yapar, yaptığından sual olunmaz. Allah kuluna vaat ettiyse el-Hak o iş gerçekleşecek.’ diyerek o adama hayret ve şaşkınlık içinde baktım.
***
Kıssadan hisse “ECEL GELMİŞ CİHANA, PANDEMİ BİR BAHANE!”