Giriş
Hukuk, suç ve toplum arasındaki karmaşık ilişki, birçok suç vakasında olduğu gibi Narin Güran davasında da derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Küçük bir çocuğun vahşice öldürülmesi ve ardından gelen yargı süreci, adalet sisteminin işleyişi, suç psikolojisi, toplumun tepkisi ve medyanın rolü gibi çok boyutlu bir çerçevede ele alınmalıdır.
Diyarbakır mahkemesinin Narin Güran davasında verdiği karar, kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açmış ve hukuki sürecin adil ve şeffaf bir şekilde yürütülüp yürütülmediği konusunda soru işaretleri doğurmuştur. Hukukun temel ilkeleri olan adil yargılanma hakkı ve masumiyet karinesi çerçevesinde değerlendirildiğinde, kararın bazı yönleriyle eleştiriye açık olduğu görülmektedir. Adaletin sağlanabilmesi için yargı süreçlerinin titizlikle yürütülmesi, delillerin eksiksiz bir biçimde değerlendirilmesi ve hukukun tarafsızlık ilkesi doğrultusunda kararlar alınması büyük önem taşımaktadır.
Bu bağlamda, Diyarbakır mahkemesinin söz konusu davada verdiği karar, adalet sistemine duyulan güveni sarsabilecek nitelikte görülmekte ve yargılamanın yeterince özenli yürütülüp yürütülmediği konusunda endişeler yaratmaktadır. Hukukun temel ilkelerine uygun, adil ve tarafsız bir yargılama sürecinin tesisi, toplumun adalet duygusunun korunması açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu yazıda, dava kapsamlı bir şekilde ele alınarak kriminal psikoloji, adli delillerin önemi ve hukukun işleyişi bağlamında analiz edilecek, ayrıca medyanın bu süreçte oynadığı rol incelenecektir.
Suç Psikolojisi ve Failin Davranış Analizi
Narin Güran davasında şüpheli olarak değerlendirilen failin ifadeleri ve davranışları, kriminal psikoloji açısından dikkatle incelenmesi gereken unsurlar barındırmaktadır. Özellikle, failin ifadelerindeki tutarsızlıklar ve suç sonrası sergilediği tutum, psikopatik eğilimler ile örtüşmektedir.
Kriminal psikoloji literatürüne göre, psikopat bireyler genellikle derin bir vicdan azabı hissetmez, empati yoksunluğu gösterir ve suçlarıyla ilgili duygusal tepkisizlik sergiler. Bu vakada failin, “çocuğu gömdükten sonra çay içmek ve fayans işlerini halletmek” gibi eylemleri olağan bir durum gibi anlatması, suçtan duyduğu pişmanlığın olmadığını ve olayları duygusal bir bağ kurmadan aktardığını göstermektedir. Bu tür bir duyarsızlık, psikopatik kişilik bozukluğuna sahip bireylerde yaygın olarak gözlemlenir.
Öte yandan, failin ifadelerindeki değişkenlik de suç psikolojisi açısından önemli bir göstergedir. Kriminoloji literatürüne göre, suç işleyen bireyler yakalandıklarında kendilerini koruma refleksiyle çelişkili beyanlarda bulunabilir, olay örgüsünü değiştirerek başkalarını suçlamaya yönelebilirler. Bu davada failin, önce olayı reddedip ardından çocuğun amcasını suçlaması, tipik bir kaçış ve yönlendirme stratejisi olarak değerlendirilebilir. Suçluların, ceza almaktan kaçınmak için başvurdukları bu tür savunma mekanizmalarının yargılama sürecinde titizlikle analiz edilmesi gerekmektedir.
Ancak Diyarbakır mahkemesinin bu noktada yeterince kapsamlı bir değerlendirme yapıp yapmadığı tartışmaya açıktır. Mahkemenin, failin suç psikolojisini ve beyanlarındaki çelişkileri derinlemesine incelememesi, yargılama sürecinde önemli bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Delillerin bütüncül bir bakış açısıyla ele alınmaması ve failin psikolojik profiline dair daha kapsamlı bir inceleme yapılmaması, hukuki sürecin adalet ilkelerine uygun şekilde ilerleyip ilerlemediği konusunda ciddi soru işaretleri doğurmaktadır.
Bu bağlamda, davanın adil bir şekilde sonuçlanması ve toplumda adalet duygusunun korunabilmesi için yargı sürecinin hem psikolojik analizler hem de deliller ışığında daha titizlikle yürütülmesi büyük önem taşımaktadır. Mahkemelerin, yalnızca maddi delillere değil, aynı zamanda failin psikolojik durumuna ve suç sonrası davranışlarına da bilimsel yöntemlerle yaklaşması gerekmektedir. Ancak bu davada, yargının bu gereklilikleri tam anlamıyla yerine getirip getirmediği kamu vicdanında ciddi bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Adli Delillerin Önemi ve Mahkemenin Tutumu
Narin Güran davasında, adli delillerin değerlendirilme süreci ve mahkemenin bu delillere yaklaşımı, hukukun temel ilkeleri açısından ciddi soru işaretleri doğurmaktadır. Özellikle PSA (Prostat Spesifik Antijen) enzimi gibi biyolojik deliller, çocuğun cinsel saldırıya uğradığını bilimsel olarak ortaya koymaktadır. Kriminal adli tıp açısından PSA enzimleri, genellikle spermle temasın kesin bir göstergesi olup, bu tür vakalarda failin tespit edilmesi için DNA analizleriyle desteklenmesi gerekmektedir. Ancak dava sürecinde bu kritik bulguların nasıl değerlendirildiği ve soruşturmanın hangi bilimsel yöntemlere dayandırıldığı konusunda ciddi belirsizlikler bulunmaktadır.
Mahkemenin, PSA gibi güçlü biyolojik delillere rağmen şüphelinin suçla bağlantısını net bir şekilde ortaya koyamaması ve failin tespitine yönelik soruşturmanın eksik yürütüldüğü iddiaları, yargılama sürecinin titizliği konusunda endişelere yol açmaktadır. Ceza yargılamasında temel ilke, suçun şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat edilmesidir. Ancak bu davada, delillerin bütüncül bir şekilde ele alınıp alınmadığı konusunda ciddi tartışmalar vardır. Eğer bir mahkeme, somut bilimsel delillere rağmen suçun failini net olarak belirleyemiyor ve bunun yerine yetersiz delillere dayanarak başka sanıkları mahkûm ediyorsa, hukuki sürecin adil olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Ayrıca, suç mahallinin incelenmesi, delillerin toplanması ve değerlendirilmesi süreci, adil bir yargılama için kritik öneme sahiptir. Çocuğun bedeni taşlarla örtülmüş bir çuval içinde dere yatağına saklanmış halde bulunmuştur. Bu durum, failin suç sonrası delil karartma amacı güttüğünü düşündürmektedir. Kriminoloji literatürüne göre, suçluların cesedi saklama ve delilleri yok etme çabası, suçlarını örtbas etme isteğinin bir göstergesidir. Buna rağmen mahkemenin, olay yeri incelemesi ve delil değerlendirmesi konusunda yeterli derinlikte bir analiz yapıp yapmadığı belirsizdir.
Son olarak, mahkemenin sanıklara yönelik kararının kamu vicdanında büyük bir tepkiye yol açması, adalet sistemine duyulan güvenin sarsılmasına neden olmuştur. Yargının temel sorumluluğu, yalnızca cezalandırma değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğünü ve adalet duygusunu korumaktır. Bu noktada, mahkemenin karar sürecinde şeffaflık ve bilimsel yöntemlere bağlılık ilkesine ne kadar sadık kaldığı konusu, kamuoyunda tartışmalara yol açmıştır. Adil yargılanma hakkının tam anlamıyla sağlanabilmesi için delillerin eksiksiz bir şekilde incelenmesi, soruşturmanın titizlikle yürütülmesi ve kararların hukuki güvenceye dayalı olarak verilmesi gerekmektedir. Ancak bu davada, yargı sürecinin bu temel gereklilikleri yerine getirip getirmediği konusunda ciddi şüpheler bulunmaktadır.
Toplumsal Tepki ve Medyanın Rolü
Suç davalarında medya, kamuoyunun şekillenmesinde güçlü bir aktör haline gelebilir. Narin Güran davasında da benzer bir durum yaşanmış, medya aracılığıyla olay geniş kitlelere ulaştırılmıştır. Ancak bu noktada iki yönlü bir etki söz konusudur:
1. Medyanın Adaleti Sağlamadaki Rolü: Medya, özellikle failin cezasız kalmasını önlemek, kamuoyu baskısı oluşturmak ve adaletsizlikleri ifşa etmek açısından önemli bir güce sahiptir. Bu dava, sosyal medyada ve haber platformlarında büyük yankı uyandırmış, hukuki sürecin daha şeffaf işlemesi için kamuoyu baskısı oluşturulmuştur.
2. Medyanın Yanıltıcı ve Manipülatif Gücü: Ancak, bazı durumlarda medya, hızlı yargılama ve önyargılı suçlamalar yaratabilir. Suç vakalarında, kesin delillere dayanmayan haberler, kamuoyunun yanlış yönlendirilmesine sebep olabilir ve bazen masum insanları zan altında bırakabilir.
Bu davada, medya ve kamuoyu tepkisinin mahkeme kararına nasıl etki ettiği tartışmalı bir konudur. Hukukun üstünlüğü prensibi gereği, mahkemeler sadece somut delillere dayanarak karar vermelidir. Eğer kamuoyu baskısı, delillerin göz ardı edilmesine veya yanlış kişilerin cezalandırılmasına sebep olmuşsa, bu, adalet sisteminde ciddi bir zaafiyettir.
Sonuç: Hukukun İşleyişi, Adalet ve Toplum
Narin Güran davası, sadece bir çocuğun trajik ölümüyle sınırlı olmayan, adalet sisteminin işleyişini ve toplumun suç algısını sorgulatan bir olaydır. Bu dava üzerinden şu sonuçlara ulaşılabilir:
1. Suçlu profilleri doğru analiz edilmeli ve psikolojik değerlendirmeler yapılmalıdır.
2. Adli deliller, hukuki sürecin merkezinde yer almalı ve mahkemeler kararlarını bu delillere göre şekillendirmelidir.
3. Hukukun üstünlüğü, kamuoyu baskısından bağımsız bir şekilde sağlanmalıdır.
4. Medya, toplumu bilinçlendirmek ve adaleti desteklemek için etkin bir araç olabilir, ancak manipülatif gücü yanlış kullanıldığında büyük zararlar verebilir.
Bu dava, toplumun adalete olan güvenini sarsan ve hukuk sistemindeki eksiklikleri gözler önüne seren bir örnektir. Adaletin sağlanabilmesi için, hukuki süreçlerin şeffaf, bilimsel verilere dayalı ve kamuoyu baskısından bağımsız şekilde yürütülmesi gerekmektedir. Suçluların cezasız kalmaması ve masumların mağdur olmaması adına, hukuk sisteminin her zaman bağımsız, tarafsız ve delillere dayalı kararlar vermesi bir zorunluluktur.
Bu karar, adalet sisteminin zayıflığını, hukukun yanlış uygulandığını ve suçsuz insanların hayatlarının karartıldığını gözler önüne sermektedir. Hukukun üstünlüğü ancak gerçek suçluların cezalandırılması ve masumların korunmasıyla sağlanabilir. Diyarbakır mahkemesinin bu hukuksuz kararı, yalnızca hatalı bir yargılamanın sonucu değil, adalet sistemine vurulmuş ağır bir darbedir. Acilen bu skandal karar gözden geçirilmeli ve adaletin gerçek anlamda sağlanması için yeniden yargılama süreci başlatılmalıdır!