İsrail-Filistin çatışması, 7 Ekim 2023 tarihinde Filistinli silahlı grupların Gazze Şeridi’nden başlattığı “El Aksa Tufanı Operasyonu” ile yeni bir boyut kazanmıştır. Bu operasyon sırasında binlerce roket İsrail topraklarına fırlatılmış, karadan, havadan ve denizden gelen 2 binden fazla silahlı kişi Yahudi devletine saldırmıştır. Kibbutz’lar ve Sderot şehri bu saldırıların merkezinde yer almış ve aralarında sivillerin ve bir müzik festivaline katılanların da bulunduğu yaklaşık 1.200 kişi hayatını kaybetmiştir. 200’den fazla kişi ise rehin alınmıştır.
Bu beklenmedik ve şiddetli saldırıya karşı İsrail, 1973’ten beri ilk kez sıkıyönetim ilan etmiş ve Gazze’deki hedeflere karşılık vermek amacıyla “Demir Kılıç Operasyonu”nu başlatmıştır. Bu gelişmeler, yalnızca Orta Doğu’yu değil, tüm dünyayı etkileyen yeni bir kriz dalgası yaratmış, uluslararası toplumu İsrail’in yanında duranlar ve onu eleştirenler olarak ikiye bölmüştür. Bu çatışmanın etkileri hem İsrail’in iç siyaseti üzerinde baskı oluşturmuş hem de uluslararası ilişkilerde büyük yankı bulmuştur.
Tel Aviv’deki trajedinin birinci yıldönümü yaklaşırken, İsrail toplumu daha da derin bir bölünmeye doğru sürüklenmektedir. Rehinelerin aileleri, Hamas ile bir anlaşmaya varılması ve çatışmanın son bulması çağrısında bulunurken, diğerleri savaşa sonuna kadar devam edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu karşıt talepler, toplumdaki mevcut ayrışmaları daha da belirgin hale getirmektedir. Ekim 2023’te yaşanan olaylardan önce bile İsrail, Başbakan Benjamin Netanyahu’nun önerdiği ve geniş çaplı protestolara yol açan yargı reformları nedeniyle bölünmüş bir toplum halindeydi. Bir yıl sonra, savaşın neden olduğu istikrarsızlık bu uçurumu daha da derinleştirmiştir. İsrail tarihindeki en yıkıcı terör saldırısı ve devam eden savaş, rehinelerin durumu, Hizbullah’la kuzeyde süren çatışmalar ve kitlesel yerinden edilmeler gibi pek çok soruyu gündeme getirmektedir. Ulusal Güvenlik Enstitüsü’nün Eylül 2024’te yaptığı bir ankete göre İsraillilerin %31’i güvenliklerini “düşük” ya da “çok düşük” olarak değerlendirmekte, yalnızca %21’i “yüksek” ya da “çok yüksek” güvende hissetmektedir. Bu veriler, toplumdaki derin endişeleri ve korkuları gözler önüne sermektedir.
Bu trajik olaylardan önce bile İsrail’den göç oranlarında artış gözlemlenmiştir. Merkezi İstatistik Bürosu’nun verilerine göre, geçtiğimiz yıl ülkeden ayrılanların sayısı önceki yıllara göre önemli bir artış göstermiştir ve 2024 yılına ilişkin ön veriler, bu trendin devam ettiğini ortaya koymaktadır. İç bölünmelere rağmen, İsrail sokakları hâlâ 7 Ekim ve sonrasındaki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin anılarıyla dolup taşmaktadır. Ölenlerin yüzleri, isimleri ve hikayeleri, toplumun bir arada kalabilmesini sağlayan son bağlar olabilir.
İsrail’e uluslararası destek de 7 Ekim 2023 olaylarından bu yana önemli ölçüde değişim göstermiştir. Birçok ülke, çatışmanın başlangıcında İsrail’e destek vermiş ve Hamas’a karşı yürütülen operasyonları desteklemiştir. Ancak çatışmalar şiddetlendikçe, sivil kayıplar arttıkça ve Gazze’de insani kriz derinleştikçe bu destek azalmaya başlamıştır. Özellikle Avrupa ve Afrika’da İsrail’e yönelik eleştiriler yoğunlaşmıştır.
ABD, İsrail’in ana müttefiki olmayı sürdürmektedir ve Başkan Joe Biden, İsrail’in meşru müdafaa hakkını sürekli olarak vurgulamaktadır. Ancak ABD içinde de, özellikle sol kanat aktivistlerin bulunduğu üniversite şehirlerinde, İsrail karşıtı protestolar düzenlenmiştir. Bu durum, Amerikan halkının İsrail’e verdiği desteği zayıflatmış ve ülke içindeki bölünmeleri derinleştirmiştir.
Avrupa’da ise ülkeler, zamanla pozisyonlarını yeniden değerlendirmiştir. Almanya ve Fransa, çatışmanın ilk günlerinde İsrail’e destek verirken, sivil kayıpların artmasıyla birlikte eleştirilerde bulunmaya başlamıştır. İrlanda ve İspanya gibi bazı ülkeler Filistin’i bağımsız bir devlet olarak tanımış, bu da İsrail üzerindeki diplomatik baskıyı artırmıştır. Avrupa’nın büyük şehirlerinde Filistin yanlısı protestolar düzenlenmiş ve Güney Afrika, İsrail’i soykırımla suçlayarak Uluslararası Adalet Divanı’nda dava açma girişiminde bulunmuştur. Bu süreçte, Türkiye, Meksika ve Libya gibi ülkeler de Güney Afrika’ya destek verme niyetlerini açıklamışlardır.
Rusya, 7 Ekim 2023 olaylarına ilişkin dengeli bir tutum sergilemiştir. Başkan Vladimir Putin, terörü kınamış ve İsrail’deki kayıplar için taziyelerini iletmiştir, ancak aynı zamanda barışçıl bir çözüm bulunmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Moskova, geleneksel olarak Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını desteklemekte ve iki devletli bir çözüm çağrısında bulunmaktadır. Rusya ayrıca, taraflar arasında müzakerelerin başlatılmasının ve şiddetin son bulmasının önemine dikkat çekmiştir.
Dünyanın pek çok yerinde, özellikle Endonezya ve Pakistan gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde İsrail’e karşı büyük çaplı protestolar düzenlenmiştir. Bu protestolara, İsrail’e yaptırım uygulanması çağrıları ve Filistinlilere yönelik daha güçlü uluslararası koruma talepleri eşlik etmiştir.
Geçtiğimiz yıl içinde İsrail ile Filistinli gruplar arasındaki çatışma azalmak bir yana, önemli ölçüde genişleyerek tüm Orta Doğu’ya yayılmıştır. Gazze’deki askeri operasyonlar, İsrail’in Hamas’la müzakereyi reddetmesi ve Hizbullah liderlerinin tasfiyesi bölgedeki gerilimi artırmış, tüm bölgeyi topyekûn bir savaşa doğru sürüklemiştir. Uluslararası kuruluşların ateşkes çabaları sonuç vermemiş, çatışma giderek uluslararası bir krize dönüşmüştür.
Rehinelerin serbest bırakılmasına yönelik uzun süren müzakereler durma noktasına gelmiş ve Biden yönetimi, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun tutumundan duyduğu rahatsızlığı daha fazla dile getirmeye başlamıştır. Netanyahu’nun sert tutumu, diplomatik çözüm çabalarını zorlaştırmış ve gerilimin daha da artmasına neden olmuştur.
Hamas‘ın siyaset büro şefi İsmail Haniye ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah gibi önemli isimlerin ortadan kaldırılması, İsrail’e iki kez saldıran İran’ın misilleme tehditlerini artırmıştır. Bu gelişmeler, çatışmanın diğer dünya güçlerini de içine çekme riski taşıyan doğrudan askeri müdahale ihtimalini önemli ölçüde artırmıştır.
Uluslararası toplum bu gelişmeleri endişeyle izlemektedir. İsrail’in en önemli müttefiklerinden biri olan ABD, bölgenin geniş çaplı bir savaşa sürüklenmesinin felaket sonuçlar doğurabileceğinden korkmakta ve taraflara itidal çağrısında bulunmaktadır. Washington, İran’a yönelik olası bir saldırının tehlikelerinin farkında olup, İsrail’e olan ittifak yükümlülükleri ile bölgedeki geniş çaplı bir çatışmadan kaçınma ihtiyacı arasında denge kurmaya çalışmaktadır.
Benyamin Netanyahu ise zor bir çıkmazla karşı karşıyadır. Bir yandan, ülke içindeki muhalefetin, kendisini terör tehditlerine karşı yeterince koruyamamakla suçladığı baskılar altında iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. Diğer yandan, İsrail’in güvenliğine yönelik ana tehdit olarak değerlendirdiği İran’ın bölgedeki nüfuzunu azaltmaya çabalamaktadır. İsrail içindeki siyasi istikrarsızlık, dış tehditler nedeniyle daha da kötüleşmektedir.
Geçtiğimiz yıl, Orta Doğu’ya barış getirmemiş, aksine çatışmaları daha da şiddetlendirmiştir. Gazze’deki askeri operasyonlar, Lübnan’a yayılan çatışmalar ve İran’la artan gerilim, bölgenin ötesine yayılabilecek geniş çaplı bir savaş tehdidi oluşturmaktadır. Diplomatik çabalar henüz somut sonuçlar vermemiştir ve çatışmanın çözümüne yönelik girişimler başarısız olmuştur.
Tarihsel Bir Perspektif
Tarih, insanlık için önemli dersler barındıran bir öğretmendir. Nazi Almanyası’nın lideri Adolf Hitler döneminde yaşanan olaylar, uluslararası toplumun birleşerek faşizme karşı koyma kararlılığının bir örneğini sunmaktadır. Günümüzde, ülkemiz Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi, benzer bir dayanışmanın, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Ortadoğu’daki eylemlerine karşı sergilenmesi gerekliliği dikkat çekmektedir. Başkan Erdoğan, X hesabından şu ifadeleri paylaştı: “Bugün 7 Ekim… Tam bir yıl önce, çoğu kadın ve çocuk olan 50.000 kardeşimiz vahşice katledildi. Gazze’deki hastaneler, ibadethaneler ve okullar yok oldu; birçok gazeteci ve barış elçisi aramızdan ayrıldı.
Gazze’de, Filistin’de ve Lübnan’da kaybedilen hayatlar yalnızca istatistik değil; insanlığın kendisi ve daha parlak bir geleceğe dair umudun sembolüdür. İsrail hükümetinin uzun yıllardır sürdürdüğü soykırım, işgal ve saldırı politikaları sona ermelidir.
Unutulmamalıdır ki, bu soykırımın bedeli bir gün mutlaka ödenecektir. Nasıl ki insanlık Hitler’i durdurmak için birleştiyse, Netanyahu ve onun cinayet şebekesiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Gazze’deki soykırımın hesabının sorulmadığı bir dünya asla huzura kavuşamaz.
Türkiye olarak, her ne olursa olsun İsrail hükümetinin karşısında durmaya ve dünyayı bu onurlu duruşa çağırmaya devam edeceğiz. Erdoğan, sosyal medya platformu X’teki paylaşımında, “İsrail’in bir yıldır uyguladığı ve halen devam eden bu soykırımın hesabını er ya da geç ödeyeceğini unutmamalıyız” ifadeleriyle bu konunun önemini vurgulamıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gazze Şeridi ve Lübnan’daki insani krizlerin boyutuna dair endişelerini dile getirirken, yıl boyunca kaybedilen 41,9 binden fazla hayatın, çoğunluğunun kadınlar ve çocuklar olduğunu belirtmiştir. Bu istatistikler, yalnızca rakamsal verilerden ibaret olmayıp, her bir bireyin kaybının ardında yatan insani trajedileri gözler önüne sermektedir.
Birleşmiş Milletler İşgal Altındaki Filistin Toprakları’ndaki İnsan Hakları Özel Raportörü Francesca Albanese, Gazze’deki olayları “kontrollü bir soykırım” olarak tanımlayarak, uluslararası toplumun bu duruma kayıtsız kalmaması gerektiğini vurgulamıştır. Bu tür değerlendirmeler, global insan hakları normlarına duyulan saygının ve uluslararası toplumun sorumluluğunun altını çizmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Netanyahu hükümetine karşı Ankara’nın kararlılığını ifade etmesi, Türkiye’nin, hem Filistin halkının hem de daha geniş anlamda insanlığın barış ve adalet arayışına destek verme konusundaki iradesini göstermektedir. Türkiye, bu çerçevede, uluslararası toplumu benzer bir tutum benimsemeye davet etmektedir.
Bununla birlikte, Ortadoğu’daki mevcut durum, Hamas’ın Gazze’den İsrail topraklarına yönelik artan eylemleri ile giderek daha karmaşık bir hale gelmiştir. 7 Ekim 2023 tarihinde meydana gelen olaylar, yalnızca askeri bir çatışma boyutunu değil, aynı zamanda bölgedeki siyasi ve sosyal dinamiklerin de yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Bu durum, Orta Doğu’daki güç dengelerini etkilerken, aynı zamanda uluslararası düzeyde de önemli yankılar yaratmıştır.
Hamas, Gazze’den başlattığı eylemlerle uluslararası kamuoyunun dikkatini çekerken, İsrail’in tepkileri yalnızca askeri müdahalelerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda bölgedeki diğer aktörlerle olan ilişkilerini de etkilemiştir. 7 Ekim olayları sonrası, İsrail’in Filistin topraklarındaki askeri varlığının artması ve Gazze’ye yönelik bombardımanların sürmesi, uluslararası kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açmış ve pek çok ülke insani krizi önlemek için müdahalede bulunma çağrısında bulunmuştur.
Bu süreçte, çatışmanın yalnızca askeri bir yönü olmadığını vurgulamak önemlidir. Tarihsel, kültürel ve sosyal faktörler, mevcut dinamiklerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Filistin halkının yaşadığı insan hakları ihlalleri, mülteci durumu ve uluslararası normlara aykırı uygulamalar, sorunun çözümünü zorlaştırmakta ve kalıcı bir barış sağlama çabalarına engel teşkil etmektedir.
Uluslararası hukuk çerçevesinde, Filistin’in bağımsız bir devlet olarak tanınması ve iki devletli çözüm yönündeki çağrılar, çatışmanın çözümü için öne çıkan yollardan biridir. Ancak mevcut koşullar altında, bu çözüm önerileri hem yerel hem de uluslararası düzeyde önemli zorluklarla karşı karşıyadır.
Orta Doğu’da kalıcı barışın sağlanabilmesi için atılacak her adımın, sadece siyasi irade ile değil, aynı zamanda halklar arası anlayış ve dayanışma ile desteklenmesi gerektiği unutulmamalıdır. Derinleşen insani krizler, taraflar arasında daha fazla çatışmaya yol açabilir. Bu nedenle, uluslararası toplumun, bir tarafı desteklemek yerine her iki tarafın haklarını gözeten adil bir yaklaşım benimsemesi kritik öneme sahiptir.
Sonuç olarak, 7 Ekim olayları, Ortadoğu’daki krizlerin derinleşmesine yol açmıştır. Tüm bu gelişmeler, bölgede barışın sağlanması için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini bir kez daha hatırlatmaktadır. Gerekli adımlar atılmadığı takdirde, Ortadoğu’daki çatışmaların yayılması ve daha büyük bir uluslararası krizin ortaya çıkması olasılığı giderek artacaktır.
Öte yandan, Ortadoğu’daki durum, Hamas’ın Gazze’den İsrail topraklarına yönelik artan saldırılarıyla daha da karmaşık bir hal almıştır. Ancak, bu tür eylemler, uluslararası insan hakları normlarına ve barışçıl çözümlere saygı gösterilmesi gerekliliğini ortadan kaldırmamaktadır.
Sonuç olarak, insanlık tarihi, savaş ve barış arasında gidip gelen bir yolculuğun öyküsüdür. Hitler’in durdurulması, yalnızca bir dönemin sona ermesi değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerine sahip çıkma sorumluluğunun bir simgesidir. Günümüzde de Netanyahu’nun politikalarına karşı aynı kararlılıkla hareket edilmesi, uluslararası topluma düşen bir görevdir. Tarihin tekerrür etmemesi için, tüm dünya ülkelerinin bu kritik meseleye karşı duyarlı ve sorumlu bir yaklaşım sergilemesi hayati öneme sahiptir. Böylece, insanlık, daha umut verici bir gelecek inşa etme yolunda önemli adımlar atabilir.
7 Ekim 2024, Lüxsenburg