Uluslararası Adalet Divanı’nın Güney Afrika’nın başvurusu üzerine İsrail’in soykırımını görüştüğü duruşmalar başlıbaşına Aksa Tufanının yeni ve çok önemli bir dalgası olarak beklenenin üzerinde bir etki yaptı. Daha önce söylediğimiz gibi bu duruşmaların yaptırım açısından bağlayıcı ve kesin sonuçları olmasa da tarihe düştüğü not ve dünya kamuoyunda oluşturduğu etkiler açısından büyük ve benzersiz bir olay.
Batılı ana akım medya duruşmayı vermediyse de Aljazeera’nın İngilizce ve Arapça yayınları ile TRT World bütün duruşmaları canlı olarak yayınladı. Bunların ötesinde sosyal medyada ağırlıklı bir yer aldı. 75 yıldır kurulduğu günden bugüne kadar varlığını ve bütün işgalci politikalarını soykırım mağduriyetine dayandırarak haklılaştırmaya çalışan İsrail bütün dünyanın gözü önünde dumanı tüten taze cürmü meşhut bir soykırımın faili olarak yargılanıyor.
Bu suçlamada UAD İsrail’in suçluluğuna karar verse bile, bildirileceği BM Güvenlik Konseyinde onu bu cürme azmettiren, destekleyen, her türlü yardım ve yataklığını yapan ABD’nin ona sahip çıkıp veto hakkını kullanacağı kesin. Ancak bu konunun BM Genel Kuruluna götürülmesini engellemeyecek ve burada İsrail’in üyeliğinin askıya alınması talep edilebilecek. Neticede sonuç ne olursa olsun, çanlar İsrail için çalıyor ve onun sürekli kendini savunma durumunda kalması bile Filistin davası açısından büyük bir kazanım.
Davanın nüfusunun sadece yüzde 2’sinin Müslümanlardan oluştuğu Güney Afrika tarafından açılmış olması kuşkusuz davayı daha güçlü ve daha önemli kılıyor. Herkesin görebildiği bir gerçek, böylece İsrail’in şimdiye kadar işgalci politikalarını ve suçlarını haklılaştırdığı İslam ve modern batılı Hıristiyan dünya arasındaki karşıtlığa indirgemeciliğinden çıkarmış oldu. Konu İslam ve diğerlerinin ötesinde bir insanlık davası. Bunu Müslüman bir ülkenin yapması halinde dava İsrail’in konuyu hapsettiği sınırları içinde kalıp boğulma tehlikesiyle karşı karşıya olurdu. Oysa bu sayede olay artık daha evrensel, daha küresel bir boyut kozanmış oluyor.
Ancak bu bile 22 Arap ülkesi ve 57 İslam ülkesinin hiçbirinin böyle bir inisiyatifi alamamış olmasını, alamıyor olmasını haklı kılmıyor. Sayı ve hacim itibariyle küçük Gazze halkının tek başına zulme, işgale, Siyonist ideoloji ve tahakküme, küresel istibdada, soykırımcı medeniyete karşı sergilediği büyük ve asil direnişte yanında doğru dürüst bir İslam ülkesi durmazken Güney Afrika’nın bu cesur duruşu onu tarihe altın harflerle yazdırıyor. Beyaz-ırkçı Apertheidçi işgale karşı tarihsel duruşuyla tarihe geçen Nelson Mandela’nın yetiştirdiği nesil davaya da çok iyi hazırlanmış ve İsrail’e kök söktürüyor. Orada yaşanmış benzer bir tecrübenin içinden kopup gelmiş insanların şahitlikleri bambaşka.
Tevafuk bu ya ben de davayı yakın zamanda yaşanmış başka bir emperyalist işgal tecrübesinin yaşandığı bir diyardan, Afganistan’dan izliyorum. Önce Rus işgaliyle, ardından 20 yıl süren ABD işgaliyle yıllarını heder eden Afganistan’da işgalin bütün kalleşçe, haksızca etkilerine karşılık ona karşı sergilenen kararlı direnişin altında çok güçlü bir felsefe, inanç ve kültür yattığını her an hissedebiliyorsunuz.
Afgan halkının 20 yıl süren son işgali bugün Siyonist İsrail’e işgalciliğinde ve soykırımında destek veren ABD tarafından yapılmıştı. Bugün İsrail’in gözümüzün önünde yaptığı katliamlarda, 75 yıldır sürdürdüğü işgalci politikalarda, soykırım cüretkarlığında kimi model almış olduğunu buradan da rahat izleyebilirsiniz.
20 yıl içinde Afgan halkından tahminlere göre en az 500 bin insanı katletmiş ABD ve bunu yaparken hiçbir zaman sivil veya savaşçı ayırımı yapmamış. Şehirleri yaşanmaz hale getirmiş. 2 buçuk sene önce buradan rezil rüsva olarak ayrılıncaya kadar karşısındaki direniş ise hiçbir zaman vazgeçmemiş. O ise bu direnişi mutat olduğu üzere terörist olarak nitelemek ve bütün dünyaya bu şekilde gösterme kozunu da ahlaksızca kullanmaktan geri durmamış.
Oysa ülkesi işgal edilmiş bir halkın direnişini kimse terör olarak niteleyemez. Afgan halkı ilk defa ABD işgaline direniyor da değil. Daha önce aynı direnişi Ruslara karşı sergilediğinde ABD tarafından “mücahid” veya “direnişçi” olarak niteleniyordu.
Oysa işgal niyahet 45 yılın ardından direnişin zaferiyle sonlandığından beri Afganistan ilk defa kendi halkı tarafından yönetiliyor. Bu yönetimin ilk ve en bariz görüntüsü, 45 yıldır hiçbir zaman yaşanmamış bir istikrar ve güvenlik. İlk defa Kabil’deki yönetim ülkenin tamamına hâkim ve ülkede geleceğe dair bir umut oluşmuş durumda.
Sürekli olarak özenle işlenmiş bir Taliban klişesi üzerinden Afganistan’ı başka türlü göstermeye çalışanlara bakmayın. Taliban’ın İslam anlayışı ve hatta kültürel anlayışı Afganistan toplumunun genel kültürel anlayışından veya yaşamından asla geri değil. Anlaşılması sadece biraz yakından sosyolojik bir gözle bakmayı gerektiren çok da karmaşık olmayan bir durum bu. Çoğu algılar işgalcilerin kendi emperyalist heveslerini gizlemek için uydurdukları efsanelere dayanan algılarla elbette Afganistan anlaşılamaz.
Kabil’de işgalcilerin Afgan halkını anlamaya neden zerre kadar yaklaşamayacaklarını anlamak için 20 yıl boyunca yaşadıkları, daha doğrusu mahsur oldukları daracı güvenli bölgede oluşturdukları güvenli alanlara bakmak yeter.
Şehrin görünümünü alabildiğine çirkinleştiren aşırı güvenlik duvarları ve tedbirleri arasında aslında işgalci güçler havadan bombardıman yapmadıkları zamanlarda resmen kendi kendilerini tıktıkları hapislerde yaşamışlar. Bu durum çekip gittikten sonra terk etmek zorunda kaldıkları ofislerde ve meskenlerinde çok daha iyi müşahede ediliyor. Kendi gölgelerinden korkarak yaşamışlar burada.
Oysa Afgan halkı, kendi ifadeleriyle, misafir olarak gelen insanı başlarının üzerinde ağırlayan, bütün kalplerini, evlerini açan son derece cömert bir kültüre sahip. Ama vatanlarına göz dikmek üzere gelenlere, işgalcilere neler yaptıklarını da 45 yıl boyunca cümle aleme göstererek anlatmaya çalıştılar.
Anlamak istemeyen buyursun Kabil’e gelsin, eserleri görsün.