Ramazan ayının ilk günlerinde Munzur Üniversitesi’nde düzenlenen Alevilik ve Bektaşilik Belgeselinin gösterimi dolayısıyla düzenlenen bir panel dolayısıyla Tunceli’deydik. Boğaziçi Küresel İlişkiler Derneğinin projesinin yapımcılığını ve yönetmenliğini Uluslararası Siirt ve Bingöl Kısa Film Festivallerinin cevval organizatörü Baran Mayda yapmış. Belgeselde Türkiye’de Alevilik konusunda devlet söyleminin ve siyasetlerinin son 20 yıl içinde geçirdiği dönüşümler ve geldiğimiz durum ele alınıyor. Bu tarihin ve sosyolojinin sunulduğu belgesel adeta işin ehlinin, Tunceli’de Munzur Üniversitesi’nin akademisyenleri ve öğrencilerinin şahitliğine arz edilmiş oluyordu.
Tunceli’yi en son 8 yıl önce ziyaret etmiştim. Aradan geçen 8 yıl içinde Munzur Üniversitesi’nin kat etmiş olduğu mesafeyi hemen görmek mümkün. Kurulduğu günden itibaren bir hayli mesafe kat etmiş olan üniversite bugün 8 fakültesi, 3 meslek yüksekokulu, Eğitim Bilimleri Enstitüsü ile doğrudan rektörlüğe bağlı 6 bölümünün yer aldığı güzel kampüsüyle tam teşekküllü bir üniversite olarak gelişimine devam ediyor. Tabii bütün bu fiziksel gelişiminin yanı sıra üniversitenin ulusal ve uluslararası üniversite ağına olan bağlantıları ve katkıları da paralel bir gelişim göstermektedir. Bütün Anadolu Üniversiteleri gibi, bulundukları şehrin tarihi, kültürü, folkloru, kültürel ve maddi varlığına dair attıkları bilimsel kazılarla elde ettikleri verileri evrensel bilgi havuzuna aktarmaları sözkonusu. Alevilik konusunda neler yapıldığını merak edenlerin bakmayı ihmal ettikleri yerlerden biri de bu olsa gerek. Diğer bütün üniversitelerdeki Alevilik üzerine çalışmaların yanı sıra Munzur ve mesela Hacıbektaş Üniversiteleri bu alanda ihtisas üniversiteleri olma yolunda ilerleme imkânına sahipler.
Bingöl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Çapak moderatörlüğünde düzenlenen panele Munzur Üniversitesi Prof. Dr. Kenan Peker ve Boğaziçi Küresel İlişkiler Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ceyhan Aksoy ile birlikte katılım gösterdik. Panelin başlığı “Kapıları açmak: Dostluk temelinde çözüm” şeklinde atılmıştı. Aslında son 20 yılda Alevilik üzerine Türkiye’de izlenen politikaların ne kadar iyi bir özetiydi bu.
Belgeselde de değinildiği üzere, Türkiye’de Aleviliğin son 20 yıl içinde ilk kez devlet söylemi tarafından tanınması sözkonusu olmuştur. Onun öncesinde Aleviler zannedildiği gibi “Sünni Devlet” tarafından ihmal edilip inkâr edilmiş değildi. Aleviliği ihmal edip inkâr eden devletin ne Sünniliği ne Aleviliği söz konusuydu. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve benimsenen laiklik tarzının hedefi her türlü dindarlıktı. Bu hedef doğrultusunda ulaşılmak istenen toplum da pozitivizmin öngördüğü gibi dinin tamamen bidat ve hurafe sayıldığı mevhum bir “bilim dini”ne ulaşmaktı. Bizatihi bu hedefin kendisi cahilce bir pozitivizm hurafesi olarak anılıyor şimdi. Ama yol açtığı tahribat uzun süre devam etti. En büyük tahribatı da Aleviliğe yaptı. Uzun hikâye.
Gelinen durumda Alevilerin en çok rahatsız oldukları konunun başkaları tarafından “tanımlanmak” olduğu görüldü, anlaşıldı. Bunun üzerine 2007 yılı itibariyle ülkemizin en yetkin din sosyologlarından Dr. Necdet Subaşı’nın moderasyonunda, devlet bakanı Faruk Çelik tarafından seri Alevi Çalıştayları düzenlendi. Bu çalıştaylarda gözetilen en önemli ilke Alevileri hariçten tanımlamamak, Aleviler kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öylece devlet tarafından anlaşılmak, kabul edilmek ve kayda geçirilmek. Bu çalıştaylar sayesinde görüldü ki, Alevilerin yekpare bir Alevilik tanımı yok. Buna rağmen devlet tarafından kendilerine özellikle bir tanım dikte edilmeye çalışılmadı. Bir tanım birliğine ulaşma konusunda yüz yıl boyunca salt şifahi kültüre bağlı kalmış olmaktan mütevellit sorunlar takdir edildi. Bu kadar geniş bir kitlenin şifahi bir kültür ile bütünleştirici bir itikadi-dinsel çerçeve geliştirmesi veya koruması mümkün olamazdı. Üstelik Aleviler bilhassa ellili yıllarda angaje oldukları sosyalist hareketin gadrine ayrıca maruz kaldılar. Zira sosyalist hareket Aleviliğe bütün dinlere gösterdiği yaklaşımdan farklı bir yaklaşım göstermedi. Alevilik bir dinsel inanç olarak diğer bütün dinler gibi üstyapı kurumuna aitti, yani boş bir inançtı. Bunun yol açtığı paradoks hala Alevi söylemleri üzerinde epey kafa karıştırıcı bir faktör.
Çalıştaylarla kendini ifade eden siyaset tarzı Aleviliğe Sünni kesimden bir müdahale olmadan, onlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyle kabul etmeyi ilke edinmişti. Bu son derece dostane bir yaklaşımdı. Kapıları açmaktı, sonuna kadar. Aslında ülke olarak, hatta çağımız dünyasında ihtiyaç duyduğumuz dostluk siyasetinin mükemmel bir örneğiydi. Dostluk siyaseti, insanları oldukları gibi kabul edebilmek, onlara kendi tanımlarımızı, kategorilerimizi, yaftalarımızı yapıştırmadan kabul edebilmektir.
Burada yansıtılan hassasiyetler sonuna kadar korundu ama neticede Alevilerden gelen görüş farklılıklarından birinin tercih edilmemesi de gerekiyordu. Alevilerin Müslüman olmadıklarını söyleyen Aleviler vardı ve bunlar çok azınlıktı. Taraflardan birinin görüşü kabul edildiğinde diğerlerine haksızlık edilmiş olurdu. Nihayetinde tam da bu hassasiyetler gözetildiği için uzun süren bir sürecin sonunda 2022 yılında Kültür Bakanlığına bağlı olarak Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kurulmuş oldu.
Geçtiğimiz günlerde ise AİHM, Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonunun daha önce açmış olduğu bir davayı, Aleviliğin İslam’dan ayrı bir inanç olduğu yönünde karara bağladı. Bu karar kimin kararı? Hangi Aleviler İslam’dan ayrı bir din? Tanıdığımız Alevilerin hepsinin, hatta kahir çoğunluğunun asla kabul edemeyeceği bu karar kimin adına ve ne amaçla alınabiliyor? Böyle bir kararın kendisinin bütün Alevileri hariçten tanımlayan bir etkisi ve müdahaleciliği olmayacak mıdır? Buna biraz daha bakalım.