“BENİM HALAMLA, SENİN HALAN AYNI MI!” Kendisi de Hoca olan Siirtli, bir sıkıntısının giderilmesi için, müridi olduğu o dönemin büyük mutasavvıflarından birinin huzuruna gitmiş, kendisine duada bulunmasını niyaz etmiş. Tasavvuf ehli zat, hem dua etmiş, hem de:
-Sana bir de muska yazayım üzerinde bulundur, inşallah sıkıntıların bertaraf olur demiş. Mutasavvıfın yazdığı muskayı boynuna asan Hoca bir süre sonra gerçekten de sıkıntılarından kurtulmuş, rahatlamış.
Bir gün, bu Hoca’ya da, bir dostu, büyük sıkıntıları olduğunu anlatarak kendisine duada bulunmasını istemiş. Bunun üzerine:
-Ben de sıkıntılı bir dönemimde Hazret’ten dua istemiştim. Hem dua etti, hem muska yazdı. O günden sonra, sıkıntılarım gerçekten de azaldı, yok oldu. Hazret, Siirt’te değil, olsa, beraber huzuruna giderdik. Hem duasını ister, hem de sana da bir muska yazmasını dilerdik. Ama, benim muskayı açıp bakayım, aynısını sana da yazayım, inşallah faydasını görürsün… demiş.
Boynundaki muskayı itinayla açmış, bakmış ki içindeki kâğıtta “AMME” SÜRE-İ CELİLESİ var. Kendisi de Hoca olduğu için, oturmuş, özene-bezene AMME SÜRE-İ CELİLESİNİ bir Kâğıda yazmış, muska haline getirip, dostuna vermiş. Dostu da, boynuna asmış.
Aradan bir müddet geçmiş. Hoca, muska yazdığı dostunu görmüş:
-Nasıl, inşallah sıkıntın hafiflemiştir! diye soracak olmuş.
Beri ki:
-Valla, ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Sıkıntılarım, aynı şekilde devam ediyor! diyerek yakınmış.
Bunun üzerine Hoca:
-Şeyh Hazretleri Siirt’e gelmiş. Birlikte gidelim, sana kendisi hem dua etsin, hem mübarek elleriyle muska yazmasını istirham edelim demiş.
Dostu da bu teklifi kabul edince, birlikte, Hazretin huzuruna gitmişler. Şeyhin müridi durumunda olan, el öptükten sonra:
-Şeyhim, siz bana bir muska yazmıştınız. O muskayı boynuma astıktan sonra, gerçekten, bütün sıkıntılarım bertaraf olmuştu. Bu dostum da (yanında götürdüğü arkadaşını takdim ederek) benden kendisine bir muska yazmamı istedi. O sıralarda siz Siirt’te yoktunuz. Ben de, bana yazdığınız muskayı açarak baktım. AMME SÜRE-İ CELİLESİYDİ. Bunun üzerine, haddim olmayarak ben de bir AMME SÜRE-İ CELİLESİ yazarak, kendisine verdim. Ama, sıkıntısı azalmadı. Siirt’e teşrif ettiğinizi haber alınca, dostumu da size getirdim. Hem bu işin hikmetini, hem de kendisine duada bulunarak mübarek ellerinizle bir muska yazmanızı istirham etmek için geldik deyince, Şeyh gülümseyerek müridine sormuş:
-Siz Siirtliler kime “AMME” dersiniz! Babalarınızın kız kardeşlerine değil mi. (Amme, Siirt Arapçasıyla HALA demektir) Peki, senin AMMEN (HALAN) ile benim AMMEM (HALAM) aynı mı? demiş. Sonra, sıkıntılı kişiye hem dua etmiş, hem de bir muska yazarak boynuna asması için vermiş. Onun da sıkıntıları gerçekten hafiflemiş, yok olmuş..
SİİRTLİ ASKER ÇALINAN SİLAHI NASIL ORTAYA ÇIKARDI!
Siirtli Kuran-ı Kerim Hafızı genç asker olmuştu. Bulundukları bölükte mescit olarak kullanılan bir yer vardı. Fırsat buldukça mescide gider, namaz kılar, Kuran-ı Kerim okur, zaman-zaman da askerlere imamlık yapardı. Bunun için Bölükte adı “HOCA”ya çıkmıştı.
Onbaşılar, Çavuşlar, astsubaylar, subaylar dahi kendisini çağırdıkları zaman “HOCA” diye seslenirlerdi.
İşte, adı “Hoca”ya çıkan bu Siirtlinin bulunduğu bölükte bir gün bir tabanca çalınması olayı yaşanmıştı. Yapılan sayımda, bir tabancanın eksik olduğu ortaya çıkınca, Bölük büyük bir sıkıntı içine girmişti. Kayıp tabanca bulunmazsa, muhtemelen çok kişiler ağır disiplin cezası göreceklerdi.
Siirtli erin gerçek Hoca olduğuna ve çalınan silahı bir şekilde ortaya çıkarabileceğine inan Bölük Başçavuşu kendisini çağırtarak şöyle söylemiş:
-Bak Hoca, ne olursa senden olur. Bir hüner göster de, bu tabancayı ortaya çıkar, yoksa, bölük olarak hepimiz okkanın altına gireriz. Daha olay dallanıp budaklanmadan ve üst komutanlar durumu duymadan, kayıp tabancanın ortaya çıkarılması lazım!
Siirtli Hoca askerin aklına cin gibi bir fikir gelmiş. Başçavuşa:
-Eğer bu tabancayı çalan Bölükten biri ise ben ortaya çıkaracağım! diye iddialı konuşmuş.
Akşam yemeği öncesinde Başçavuşun talimatıyla bütün Bölük içtima ettirilmiş. Siirtli Hoca karavanaların başına geçmiş ve askerlere hitap etmiş:
-Bakın arkadaşlar. Hepiniz de biliyorsunuz ki, benim sivilken işim Hocalıktı. Şimdi, ben bu karavananın üzerine dualar okuyacağım. Her kim ki tabancayı almış ve saklıyorsa, bölükte bir yerlere atsın. Aksi takdirde, bu okunmuş yemekten yiyip de tabancayı saklamaya devam ederse, karnı patlayacak. Size söyleyeyim de, günah benden gitsin! demiş.
Sonra, işi ciddiye bağlayarak Başçavuşla birlikte herkesin yemek yemesini kontrol etmişler. Ertesi gün, tabanca bir masanın altında bulmuş. Tabancayı çalan her kimse, “Yediğim okunmuş yemekten karnım patlar, ölürüm!” korkusuyla, tabancayı çaldığı gibi, yine gizlice atmış. Böylece, tabanca bulunmuş. Tabii, bizim Siirtli Hoca’nın namı ve şanı da sadece bölüğünde değil, bütün Alaya yayılmış.
SİİRTLİ ASKERDEN MEKTUP
Geçmiş yıllarda, Şehrimizde okur, yazar oranı gayetle düşükmüş. Bir mahallede, gelen asker mektuplarını okuyabilecek bir, iki kişi ya varmış, ya yokmuş! Vatani görevlerini yapanların çoğu da mektuplarını birliklerindeki okur yazar arkadaşlarına yazdırırlarmış. Okur yazar oranının az olması yanında Türkçe’yi güzel bilen, konuşan, anlayanların sayıları da hayli azmış. Yerli halkın çoğu yaygın olarak, SİİRTÇE diyebileceğimiz, ARAPÇA’DAN bozma dili kullanırlarmış!
İşte o yıllarda yarım yamalak Türkçe bilen ve yarım yamalak okur yazarlığı olan Siirtli bir asker ailesine mektup yazmış. Malum, asker mektupları o birliğin komutanı veya görevlendireceği kişiler tarafından okunur. Üzerlerine de “er mektubudur, görülmüştür” mührü vurulurmuş…
Komutan, Siirtli erin de mektubunu okumuş amma, bir türlü ne demek istediğini anlayamamış. Siirtli eri çağırttırmış:
-Oğlum, bu nasıl mektup, mânasını anlamak bir yana okuyamadım bile! demiş. Siirtli er almış ve yazdıktan sonra, göndermeden önce defalarca okuyup ezberlediği mektubunu okumağa başlamış:
İşte, Siirtli erin mektubu:
“Kıymetli Immim ve Ebim;
Esselem-u aleyküm ve rahmetullahi ve bereketuhu ecmein. Keyf keyfimdir. Hiç letsavav marak. Karavana var, fasulye var, ımşevşe var. Ekılne mıssıltan, ıvrantna al hıytan! Ama, evil nöbe makatsir. Yerde felç var, yine nöbet var. TEVBE ELE EN NOBE!
Bizim zabit çok iyidir. Ama, bu çavişler, onbaşilar! Acemilik bitti, şimdi ben medbeğde olmuşum SOĞANSOYAR. Inkeşşer basal!”
Siirtli erin mektubu böylesine yarı Siirt’çe, yarı Türkçe kelimelerle devam ediyormuş.
Okunan mektupta yazılanlardan yine de hiçbir şey anlamayan Bölük Komutanı, Siirtli erin adeta ezberden okuduğu mektubuna kahkahalarla gülmüş ve evine EMİRERİ olarak almış.
O yıllarda, subayların evlerinde emireri çalıştırma hakları varmış!
“BÜYÜK HEDİYELER, BÜYÜKLERE; KÜÇÜK HEDİYELER, KÜÇÜKLERE!”
Allah rahmet etsin. Şehrimizde şakalarıyla ünlü (KELO) namıyla bilinen bir hemşerimiz varmış. Müteahhitlerle haşır neşir dairenin birinde işçi olarak çalışan bu şakacı hemşerimizle ilgili bir anekdotu, mesai arkadaşlarından biri anlattı. Biz de naklediyoruz:
Bir yılbaşı arifesinde, mesleği müteahhitlik olan bir köylü, KELO’NUN çalıştığı dairenin Müdürüne dolgun bir hindi götürmüş. Mesai dışı bir zamanda götürdüğü hindiyi Müdürün evine götürmek için, o gün tesadüfen nöbetçi olan KELO’YA Müdür Beyin evini sormuş. Rahmetli bakmış ki, Müdürün evine hindi götürülecek:
-Gel, seni Müdür Beyin evine götüreyim! diyerek almış, hindiyle birlikte adamı kendi evine götürmüş. Kapıyı çalarak, dışarıdan hanımına sinyal vermiş:
-Hanımefendi, Müdür Bey evde yok mu? Bir arkadaş hindi getirmiş de! demiş.
Eşinin şakalarına alışkın olan hanımı da:
-Bey evde değil, sana zahmet hindiyi sen al, kes, temizlet, eve getir! diye cevap vermiş.
Getirdiği hindiyi emin ellere teslim ettiğine sevinen müteahhit köylü, hindiyi KELOYA vererek ayrılmış. KELO da, hanımının talimatına uyarak, hindiyi kesmiş, yolmuş ve tertemiz bir şekilde eve getirmiş. Yılbaşında pişirip, kemâli afiyetle yemişler.
Hindiyi getiren müteahhit köylü, daha sonra defalarca yalnız başına Müdürü görmüş ama, Müdür ne bir teşekkür etmiş, ne de hindiden söz etmiş. Bunun üzerine artık dayanamayan Müteahhit, sözü döndürüp, dolaştırıp Yılbaşına ve hindilere getirdikten sonra:
-Müdür Bey, sizin için iki hindi ayırmıştım. Birini yılbaşına getirdim. İkincisini yine sizin için önümüzdeki bayram gününe sakladım. Bakımı zor olduğu için, sizleri uğraştırmak istemedim diyerek, sözde lâfı gediğine koymuş.
Bunun üzerine Müdür:
-Hangi hindiden bahsediyorsun kardeşim. Biz hindi falan görmedik! deyince de müteahhit olanı biteni anlatmış.
Bunun üzerine Müdür:
-Sen hindiyi kime verdin? diye sormuş. Müteahhidin tarifinden bu işi yapanın KELO olduğunu anlayan Müdür, zile basarak, gelen müstahdeme, KELO’YU çağırmasını söylemiş.
Kelo gelip de, Müdür ile hindi sahibi müteahhidi yan yana görünce, yaptığı numaranın anlaşıldığını fark etmiş. Ama, hiç bozuntuya vermemiş:
-Buyur Müdür Bey! Beni emretmişsiniz! demiş.
Müdür:
-Yahu, bak bu arkadaş bize yılbaşında hindi getirmiş. Sen hindiyi almış, güya bize götürmüşsün. Peki, hindiyi kime verdin? diye biraz da sertçe sormuş. KELO bu! Hemen taşı gediğine koymuş:
-Müdür Bey, Müdür Bey! Büyük hediyeler sana kalsın! Bırak da hindidir, tavuktur, yumurtadır, onlar da bizim olsun! Büyük hediyeler, büyüklere; küçük hediyeler küçüklere!