TBMM’nin yeni çalışma dönemine girmesiyle gerek AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve gerekse MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin eylem ve söylemleri, yeni bir BARIŞ SÜRECİNİN BAŞLADIĞININ VEYA BAŞLATILACAĞININ İSPATI GİBİ.
1 Ekim 2024’te TBMM’nin açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Eş Başkanı ve Siirt Milletvekili Tuncay Bakırhan ile el sıkışması ve gerekse Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürtleri kabtederek (milyonlarca insanımız ana dillerini konuştular diye yıllarca ötelendiler) şeklindeki beyanatları yeni bir BARIŞ SÜRECİNİN başlatıldığının veya başlatılacağının işareti olarak yorumlanmakta.
Her ne kadar Cumhur ittifakının bu tutumunun anayasa değişikliği için DEM Parti’nin oylarını almak için olduğu söylense bile, BARIŞ GERÇEKTE TÜRKİYE’NİN VE ÖZELLİKLE BÖLGEMİZ HALKININ ÖZLEMİ.
40 yıldır devam eden terör olaylarında 40 binin üzerinde insanımız hayatını kaybetmiş, ülke olarak en az 1 trilyon dolar ekonomik kaybımız olmuştur.
Yeni bir BARIŞ SÜRECİNİN başlamış veya başlayacak olması bu açıdan önemlidir. Ancak, yeni bir BARIŞ SÜRECİNE girilecekse 2009/2016 yılları arasında yürütülen ve sonu hüsranla biten sürece benzemesin istiyoruz.
Gelin, 2009/2016 yılları arasında yaşanan ve akamete uğrayan sürecin tahlilini yapalım.
2013 yılında başlayıp 2015 yılında sona eren Barış ve Çözüm Süreci, Türkiye’ye her açıdan nefes aldırmış, halkın büyük çoğunluğunun desteğini almıştı. 28 Şubat 2015 tarihinde Türkiye tarihinde ilk defa devlet tarafından “son isyanın lideri” olarak tanınan Abdullah Öcalan’ın bizzat kaleme aldığı 10 maddelik Kürt sorununun demokratikleşmeye dayalı çözümünü öngören metin, iktidar partisi Ak Parti, Kürt sorunundaki muhatap parti olan muhalefet partisi HDP, hükümeti temsilen Başbakan Yardımcısı ve devleti temsilen Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı huzurunda okunmuş ve Türkiye televizyonlarında canlı olarak verilmişti. 28 Şubat 2015 tarihinin Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti tarihi bakımından ve Kürt halkı bakımından tarihsel bir önemi ve anlamı vardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Diyarbakır konuşmasında, “2005 yılında ne dediysek bugün de aynı yerdeyiz” ve “çözüm sürecini biz başlattık, çözüm sürecini sonlandıran biz olmadık, bunların art niyetleri, gizli gündemleri sonlandırdı” ifadeleri ön plana çıktı. Bu ifadelerden hareketle, geleceğe sağlıklı dersler çıkarmak açısından, sürecin neden sonlandığını değerlendirmek ve somut bilgileri ortaya koymak önemli. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin hayata geçirdiği en önemli toplumsal uzlaşma projesiydi. Ortak geleceği tahkim etmek, tüm vatandaşların kendini tarafı hissedeceği bir ülkü oluşturmak, eşit vatandaşlığa dayalı bir yönetimi hayata geçirmek ve ülkenin kalkınmasını sağlamak için atılmış önemli bir adımdı.
PKK’nın Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerine nihai bir son vermeye yönelik çalışmaları, elbette terörle mücadelenin yanı sıra, 2009’da başlayan Oslo Görüşmeleri, Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi (Açılım) ve Çözüm Süreci olarak sıralamak mümkün. Bu üç süreç, AK Parti hükümetlerinin uyguladığı ve değişik dinamikler üzerinde yürüyen farklı projeler olmakla birlikte, birbirlerinin güncellenmiş halidir. Bu durumu birkaç örnek üzerinden analiz etmek gerekirse;
Oslo görüşmeleri, Türkiye dışında ve farklı bir ülkenin katılımıyla gerçekleştirilmişti. Süreç içinde yaşananlar dikkate alındı ve bu tarzın doğru olmadığı değerlendirilerek vazgeçildi.
Açılım ve Çözüm süreçleri ise Türkiye eksenli projeler olarak yürütüldü.
Oslo görüşmeleri, devletin istihbarat unsurları ile örgüt temsilcilerinin görüşmesi şeklinde yapıldı. Bunun da doğru olmadığı değerlendirildi ve görüşmeler farklı bir zemine çekildi. HDP üzerinden İmralı ve Kandil sürece dahil edildi.
Oslo Görüşmeleri gizliydi. Açılım ve Çözüm Süreci ise kamuoyu önünde ve olabildiği ölçüde açık yürütüldü. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Dikkat edilirse, yapılanın sürece pozitif katkısının olmadığı değerlendirildiğinde, süreç güncellenerek yeni bir formatta sürdürüldü.
Sürece ilişkin sağlıklı bir değerlendirme için hükümetin neler yaptığını ortaya koymak önemli. Bunları hatırlamak gerekirse; açılım ve çözüm süreçlerinin en önemli özelliği, sürecin başında tüm siyasi partiler ve STK’lar ile iletişime geçilmesi, görüşme talep edilmesi, sürece ilişkin bilgi paylaşılması ve görüşlerinin alınmasıdır. Sürecin koordinatörlüğünü yürüten dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, konuyla ilgili/ilişkili olduğu değerlendirilen herkesten yazılı olarak randevu talep etmişti. Bu çerçevede;
Tüm siyasi partilerden yazılı olarak randevu talep edildi. Randevu talebini reddetmeyen 5 siyasi parti ile görüşüldü, bilgilendirildi ve görüşleri alındı. Bunlar; DSP, DP, BBP, DTP ve SP idi. MHP, yazılı randevu talebine yazılı olarak olumsuz cevap vermişti. CHP ise talebe cevap vermemişti.
TOBB, TÜRK-İŞ, TBB, HAK-İŞ, MÜSİAD, DİSK, TESK, MEMUR-SEN, KESK, KAMU-SEN, şehit ailelerini temsil eden 24 dernek ve bu meselede çalışma yürüten farklı STK’lar ile görüşüldü.
Konuya ilişkin uzmanlar, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler ve kanaat önderleriyle bir araya gelindi. Buradaki amaç, olabildiğince geniş bir kesimi bilgilendirmek ve görüşlerini almaktı.
Süreç ilk kez 10 Kasım 2009 tarihinde TBMM gündemine alındı ve tartışıldı. Konunun ön görüşmeleri TBMM Genel Kurulunda 10 Kasım 2009’da ve genel görüşmeler ise 13 Kasım 2009’da yapıldı. Konuya ilişkin tartışmaları ve siyasi partilerin tutumlarını hatırlamak için TBMM tutanaklarına bakmakta fayda var. Tutanaklar, olası çabalarda nelere dikkat edilmesi gerektiğini açıklamak açısından da önemli.
Ülkenin demokrasi açığını kapatmak ve uygulama süreçlerinde ortaya çıkan olumsuzlukları gidermek için ihtiyaç duyulan düzenlemeler yapılmıştı. Başbakan Erdoğan, 1 Ekim 2012 tarihinde, demokratikleşmeye ilişkin 63 maddelik bir yol haritası açıklamıştı. Süreç içinde ortaya çıkan ihtiyaçları ve açıklanan 63 maddeyi de içeren 4 ayrı yargı paketi hazırlanmış ve TBMM tarafından kabul edilerek yasalaşmıştı.
Süreci toplum ile paylaşmak ve toplumun düşüncelerini almak için Âkil İnsanlar Heyeti oluşturulmuştu. 4 Nisan 2013 tarihinde, farklı siyasal görüşlere sahip 63 isim açıklanmıştı. Bu isimler, 7 ayrı bölgede çalışarak toplumun kanaatlerini ve önerilerini raporlaştırmıştı.
Konunun 10-13 Kasım 2009 tarihlerinde TBMM’de tartışılmasından sonra, 9 Nisan 2013’te sürece ilişkin Meclis Araştırma Komisyonu kurulması da TBMM gündemine geldi. Çözüm sürecinin değerlendirilmesine ilişkin Meclis Araştırma Komisyonu kurulmasına dair önerge görüşülmüş ve kabul edilmişti. Görüşmeler sırasında CHP ve MHP Genel Kurul’u terk etmiş ve oylamaya AK Parti ile BDP milletvekilleri katılmıştı. MHP, kurulacak Araştırma Komisyonu’na katılmayacağını da açıklamış, CHP ise komisyona üye vermemişti. Komisyon, tüm süreci değerlendirmiş ve 450 sayfadan oluşan raporu TBMM başkanlığına teslim etmişti.
PKK unsurlarının ülke dışına çekilmesine ilişkin yasal düzenleme yapılması, kanun yapma tekniği bakımından mümkün olmadığı için idari bir tasarrufta bulunulmuştu. (Çünkü sadece belli bir kesime yönelik kanun yapmak mümkün değil) 18 Nisan 2013 tarihinde alınan inisiyatif ile İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı arasında protokol imzalanmış, operasyona çıkmak valilerin iznine bağlanmıştı. Bu inisiyatife rağmen PKK, 8 Mayıs 2013’de başlattığı ülke dışına çıkmayı, 9 Eylül 2013 günü sonlandırmıştı. Bu tutum, örgütün süreci sabote etmeye yönelik en önemli adımıydı.
Çözüm sürecine ilişkin 10 Temmuz 2014 tarihinde hazırlanan düzenleme, TBMM gündemine getirilmiş ve sürece ilişkin usullerin, esasların düzenlendiği “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine” dair kanun tasarısı, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmişti. Düzenleme, 15 Temmuz 2014’de Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanarak “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” adıyla Resmî Gazete’de yayımlanmıştı.
1 Eylül 2014 tarihinde TBMM’de okunan 62. Hükümet’in programında, ilk kez çözüm sürecine yer verildi ve kararlılık vurgulandı.
62.Hükümet, 1 Ekim 2014 tarihinde, “Çözüm Süreci Kurulu ile Kurumlar Arası İzleme ve Koordinasyon Komisyonlarının Kurulması’na ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı’nı çıkartı. Başbakan ile ilgili bakanların katıldığı Kurul, iki haftada bir toplanıp süreci değerlendiriyor ve aksayan yönlere ilişkin politikaları belirliyordu.
7 Haziran 2015 seçimlerine hazırlanan AK Parti’nin seçim beyannamesi, çözüm sürecine ilişkin kararlılığa ve bu konuda yapılacaklara yer vermişti.
Bu özet bilgiler, Açılım ve Çözüm Süreci’nin yapılması gerekenlerin eksik olması nedeniyle sona ermediğini, süreci siyasal ve toplumsal paydaşlarla konuşmak için çaba sarf edildiğini ortaya koyuyor. Hükümetin yaptığı bu çalışmalara rağmen uygulama süreçlerinde kimi sorunların yaşandığı da biliniyor. Bunlar ise siyasi iradenin değil, bürokrasinin olumsuz reflekslerinin sonucuydu.
ÇÖZÜM SÜRECİNİ NEGATİF ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Sağlıklı bir zeminde tartışılması gereken konu, süreci negatif etkileyen faktörlerin neler olduğudur. Bu faktörleri beş başlık altında toplamak mümkün. Bunları; (1) çözüm iradesi, çözme isteği ile çözme kapasitesi arasındaki fark ve devlet içi ‘mücadele’ sorunu, (2) PKK’nın silah bırakma fikrinden yoksun olması, (3) bölgesel faktörler, (4) PKK üzerinden müdahil olma ve (5) iç siyasi pozisyonların etkisi olarak sayabiliriz.
1-ÇÖZÜM İRADESİ, ÇÖZME İSTEĞİ-ÇÖZME KAPASİTESİ FARKI VE DEVLET İÇİ MÜCADELE SORUNU
Devlet aygıtına ve siyasi partilere egemen olan kadroların Kürt Meselesi’nin nihai çözümünün topluma, ülkeye ve devlete kazandıracağı avantajları ve siyasal derinliği idrak edememeleri hem eksiklik hem de büyük bir sorun olmuştur. Bunların, idrak ve irade sorunu, sürecin kırılgan bir zeminde yürümesine yol açıyordu. Aktörlerin arasındaki müstakil kırılganlıklar, çözüm perspektifinin tam anlamıyla yerleşmemesinden de güç alıyordu. Başta güvenlik ve yargı içerisindeki unsurlar, sürekli bir biçimde çözüm sürecini provoke edici müdahalelerde bulunuyordu. Süreci başlatan siyasi kadrolara karşı duyulan ‘alerji’ ve direnç, iktidarın terörün sonlandırılması konusunda inisiyatif almasıyla birlikte, açık müdahalelere dönüştü. İktidar, müdahalelerden çekindiği ve süreci sahiplenme zaafı gösterdiği anlarda bu müdahaleler arttı.
Bu noktada üzerinde durulması gereken konu, devletin ve siyasi partilerin bu tür meseleleri çözebilme kapasitesine sahip olup olmadığıdır. Bu konuda ortaya çıkan genel yanılgılardan birisi de, sorunu çözmek isteği ile sorunu çözme kapasitesinin birbirine karıştırılmasıdır. Çünkü sorunu çözmek için (motivasyonu ne olursa olsun) istekli olmakla, sorunu çözecek kapasitenin varlığı, ya da bu kapasiteyi inşa etme ciddiyeti farklı şeyler. Bu, sahici bir zihni hazırlık gerektiriyor. Mesele; çözüm konusunda arzulu/istekli olmaktan çok, zihinsel olarak hazırlıklı olma meselesidir. Zihni hazırlık var ise planlama ve gerekli adımları atmak kolaylaşır.
DEVLET İÇİ MÜCADELE SORUNU
Yukarıda değindiğimiz sorunu çözme isteği ile sorunu çözme kapasitesi arasındaki farkın somut göstergesi, süreçte devlet içi mücadelenin su yüzüne çıkmasıydı. Çözüm Süreci, farklı Türkiye tasavvurlarının çatıştığı bir alana dönüştü. Toplumsal barışla birlikte devletin demokratik dönüşümünü gerçekleştirmek isteyen aktörlerle eski ve yeni vesayet odakları arasında net bir ayrışma yaşandı. Vesayet aktörleri toplumsal barışa değil, toplumsal gerilim ve kırılganlığa ihtiyaç duyuyorlardı. Bu anlamıyla; süreç başladığında tahkim olmuş bir devlet aygıtı ve kamu idaresi yoktu. Tam tersine oldukça kırılgan, sorunlu, birbiriyle alan ‘kavgası’ veren grupların rekabet düzlemine dönüşmüş bir bürokrasi aracılığıyla çözüm süreci sürdürülmeye çalışıldı. Süreçle birlikte, devletin iç gerilimlerinin de yönetilmesi gerekiyordu. Tabi bu durum, tek başına çözüm süreci nedeniyle ortaya çıkmış bir sorun değildi. Sorun, Türkiye’nin çağdaş bir hukuk devleti olamayışıyla ilgiliydi. Cumhuriyetle yaşıt olan bu kırılgan durum, Çözüm Sürecinde biraz daha fazla ortaya çıktı ve süreci etkiledi. Çünkü Çözüm Süreci sıradan bir politik başlık değildi. Müesses nizamın siyasal, ideolojik ve kurumsal kodlarının yeniden ele alınmasını gerektiriyordu. Buna tahammülleri yoktu.
Dileriz ki, yeni BARIŞ SÜRECİ YİNE AKAMETE UĞRAMASIN…